Geçtiğimiz zamanlarda Ankara’nın uzak ilçelerine seyahat gerçekleştirdim. Bozkır denilen Ankara aslında gerçekten bozkır mı sorusuna yanıt bulmak istedim. Kent merkezinde hissedilmeyen o bozkır hissiyatı çevre ilçelerde kendini çok net gösterdi. Neyse asıl konumuza dönecek olursak ‘kuraklık’ meselesi… Ankara’nın bozkır meselesini ilerleyen zamanlarda ele alacağım.
Kuraklık konusuna dönecek olursak….
Her yaz mevsimi geldiğinde artık sadece sıcaklardan değil, suyun kıymetini daha derinden hissettiğimiz kuraklıktan da bahsediyoruz. Ama çoğu zaman meseleye sadece “yağmur yağmadı” diye bakıyoruz. Oysa kuraklık, yalnızca gökyüzünden düşmeyen damlalarla açıklanamayacak kadar karmaşık bir sorun.
Çocukluğumuzda çeşmelerden akan suyun serinliğiyle oynar, kovalar dolusu suyu hoyratça harcardık. Bugün ise birçok şehirde özellikle İzmir örneğinde olduğu gibi su kesintileri gündelik hayatın olağan bir parçası oldu. O küçük ayrıntı, bize büyük bir hakikati fısıldıyor: Dünya eskisi kadar cömert değil.
Kuraklık, yalnızca tarımı değil, ekonomiyi, göçleri, toplumsal barışı bile etkileyen bir mesele. Çiftçi ürün alamadığında soframıza gelen ekmeğin fiyatı artıyor. Sular çekildiğinde balıkçılık bitiyor, hayvancılık zarar görüyor. Ve belki de en acısı, insanlar doğdukları topraklardan göç etmek zorunda kalıyor. Yani kuraklık sadece “bir mevsim” değil, nesilleri etkileyen bir kriz.
Kuraklık konusu artık hiç de arka plana edilecek, duymazdan gelinecek bir konu değil. Sularımız alarm veriyor. Topraklarımız su istiyor. Peki neler yapmak gerekiyor? Öncelikle bireyden başlamak gerekiyor. Bir musluğu kapatmak, gereksiz yere bahçe sulamamak küçücük gibi görünse de büyük bir zincirin halkasıdır. Belediyeler, devlet politikaları, küresel iş birlikleri tabii ki çok önemli. Ama sıradan insanların günlük alışkanlıkları da suyun geleceğini belirliyor.
Kuraklık aslında bize şunu söylüyor: “Doğayı karşına alma, onunla birlikte yaşa.” Eğer bu sesi duymayı başarırsak, belki gelecek nesiller kuraklığı sadece kitaplarda okur, günlük hayatında yaşamaz.