Son zamanlarda dikkat ettiniz mi, kaldırımlar artık “yaya yolu” olmaktan çıkıp adeta engel parkuruna dönüştü. Çevremde kime sorsam aynı dert: “Yollar bozuk, kaldırımlar işgal altında.” Taksiciler söyleniyor, bebek arabası süren anneler söyleniyor, hatta belediyede çalışanlar bile şikâyetçi. Çünkü herkes bu karmaşayı birebir yaşıyor.
Bir düşünün… Kaldırımda yürüyebilmek artık bir şans meselesi. Diyelim ki bir şekilde yer buldunuz, yürümeye başladınız. O da ne? Bir anda önünüzde park etmiş bir araba, yanına konmuş bir çöp konteyneri, biraz ileride dükkanın sergisi, sonra bir tabela… Yani her birkaç metrede bir yeni bir engel sizi bekliyor. Kaldırımda yürümek için artık atlet gibi manevra yeteneğiniz olması gerekiyor.
Ama işin en acı tarafı şu: Engelliler için durum çok daha vahim.
Tekerlekli sandalye kullanan biri ya da bastonuyla yürüyen bir görme engelli vatandaşımız, bırakın rahat yürümeyi, kaldırıma çıkmakta bile zorlanıyor. Sarı çizgili yönlendirme hatları çoğu yerde kesiliyor, bazı yerlerde üstüne tabela direği dikilmiş, bazen de düpedüz asfaltla kapatılmış. Bu tabloyu gören biri, “Herhalde burada engelli yok” sanır ama var… sadece şehir onlara göre tasarlanmamış.
Bir de şu var: Bir kişi bile çıkıp da “Şurayı düzeltelim” demiyor.
Sanki kimsenin umrunda değil. Herkes şikayet ediyor ama o şikayetler havada uçuşup kayboluyor. “Yollar çok kötü, kaldırımlar delik deşik” diyoruz, sonra herkes kendi yoluna devam ediyor. Ortada çözüm yok, sorumluluk alan yok.
Yerel yönetimler yıllardır “altyapı”, “ulaşım”, “yol çalışması” diye açıklamalar yapıyor ama kaldırım meselesi hep göz ardı ediliyor. Oysa kaldırımlar, bir şehrin medeniyet ölçüsüdür. Yürüyen insanı düşünmeyen şehir, nefes alan insana da değer vermez.
Bu kısır döngü böyle sürüp gidiyor işte. Kaldırımlar arabaların, tabelaların, konteynerlerin... ama en az yayanın. Belki de artık hepimizin yüksek sesle sorması gerekiyor:
“Bu şehirde kim için kaldırım yapıyoruz?”