Ankara'da yaşayanların her sene yeniden şaşırdığı o meşhur an, bu sabah itibarıyla resmen yaşandı. Daha geçen hafta sonu tişörtle dışarıda otururken "ne güzel sonbahar" dediğimiz o nazik havalar, bir gece içerisinde sanki bir kapıyı çarpıp gitmiş. Yerine, sabahları insanın iliklerine işleyen, burnunu sızlatan, "Kış geldi mi yoksa?" dedirten o keskin Ankara ayazı gelmiş.

Klasik Ankara klişesidir ya, "yazı ve kışı vardır, baharı ve sonbaharı yoktur" diye. İşte o klişenin canlı, serin ve gri kanıtıyla bu hafta yüz yüzeyiz. Güneşin altın rengi dokunuşu, yerini gri bir tül perdeye bırakmış. Şehrin üzerindeki o melankolik sessizlik, kaloriferlerin ve sobaların ilk yanma kokusuyla birleşerek, kışa hazırlık vaktinin geldiğini ilan ediyor.

Tabii bu ani değişimin ilk vurduğu yer gardıroplarımız ve kararsız ruh hallerimiz oluyor. Sokaklara bakın; adeta bir mevsimler defilesi yaşanıyor. Bir yanda yazdan kalma son bir umutla incecik bir ceketle dolaşan cesurlar, diğer yanda kışın en sert gününe hazırlanmış gibi duran, atkılı, bereli, eldivenli tedbirli vatandaşlar... Arada kalmış çoğunluk ise sabah evden çıkarken yaptığı kıyafet seçimini sorgulayan, pişmanlık dolu bakışlarla yürüyor. "Acaba o kazağı giymeli miydim?" sorusu, günün en kritik sorusu haline geliyor.

İşte bu gardırop paniğinin kaçınılmaz ve nahoş bir sonucu var: Salgınlar. Vücudumuzun "daha düne kadar sıcaktı, bu ne şimdi?" şaşkınlığından faydalanan virüsler, ilk saldırı için en mükemmel zamanı bulur. Ofislerde ilk hapşırıklar, okullarda ilk öksürükler, toplu taşımada ilk burun çekme sesleri duyulmaya başlar. Pastiller ve bitki çayları, bir anda en yakın mesai arkadaşlarımız olur.

Ama belki de Ankara'nın bize her sonbaharda öğrettiği temel ders budur: Hayatta da, hava durumunda da ani değişimlere daima hazırlıklı ol. Bu ani soğuklar, aslında uzun ve çetin geçecek kışa bir "hazır ol" komutudur.