Ekranlara düşen o kırmızı yüzdeler... Baraj doluluk oranları, artık sadece bir haber bülteni detayı değil, kapımıza dayanmış bir beka sorununun en acı ilanı. Aylardır, hatta yıllardır çalan bir alarmı sürekli erteleme tuşuna basmış bir toplumun, artık o alarmın sesiyle mecburen uyandığı bir sabahtayız. Ve bu uyanış, hiç de hoş olmayacak.

Musluğu çevirdiğimizde hâlâ akan o suya aldanıyoruz. Sanki o, sonsuz bir kaynaktan gelen, hakkımız olan bir lütufmuş gibi... Oysa barajların dibini gösteren o fotoğraflar, musluktaki son damlaların habercisi. Bizler şehirlerdeki konforlu hayatlarımızda bu gerçeği ıskalarken, Anadolu'nun dört bir yanındaki çiftçi, çatlamış toprağa bakıp çaresizce gökyüzünü izliyor. İşte tehlike tam da burada başlıyor.

"Su savaşları çıkacak" cümlesi, çoğumuza post-apokaliptik bir film senaryosu gibi geliyor. Aklımıza, ellerinde bidonlarla birbirine saldıran insanlar, susuzluktan kavrulan çorak araziler geliyor. Oysa yanılıyoruz. Su savaşları, öyle filmlerdeki gibi başlamayacak.

Bu savaş çok daha sessiz, çok daha derinden yaşanacak. Çiftçinin tarlasına su vermeyen baraj kapağı ile şehrin musluğuna su basan pompa arasında yaşanacak. Sanayi tesisi ile içme suyu havzası arasında, üst kotlardaki lüks bir sitenin bahçe sulaması ile alt mahalledeki kesintiler arasında yaşanacak. Komşu şehirlerin birbirlerinin su kaynaklarına göz dikmesiyle, hatta aynı köydeki iki çiftçinin tarla sulama sırası kavgasıyla başlayacak. Yani "su savaşları" dediğimiz şey, aslında bir toplumsal çözülmenin, bir komşuluk krizinin ve en nihayetinde bir adalet sorununun diğer adıdır.

Peki suçlu kim? Suçu sadece kuraklığa, iklim değişikliğine atıp kenara çekilebilir miyiz? Elbette hayır.

O beton döktüğümüz her dere yatağında, vahşi sulamayla mısır ektiğimiz her kurak ovada, yüzde 50'lere varan şebeke kayıp-kaçak oranlarında, bozuk musluktan saniyede bir damlayan o "bir şey olmaz" dediğimiz her damlada bizim de parmak izimiz var. Bu, bireysel israf alışkanlıklarımızdan, ulusal tarım politikalarımıza, şehir planlamasından endüstriyel su kullanımına kadar uzanan devasa bir ihmaller zincirinin sonucudur.

Çözüm, artık "suyu idareli kullanalım" gibi basit telkinlerin çok ötesinde. Bu, bir milli güvenlik meselesi olarak ele alınmalı ve bir "su seferberliği" ilan edilmelidir. Gri suyun arıtılarak yeniden kullanımından, tarımda kuraklığa dayanıklı ürünlere geçilmesine, kayıp-kaçak oranlarını sıfırlayacak altyapı yatırımlarından, her bir bireyin suyu kutsal bir emanet gibi görmesini sağlayacak bir bilinç devrimine kadar atılacak çok adım var.