Türkiye, dünyanın en aktif deprem kuşaklarından biri üzerinde yer alıyor. Kuzey Anadolu Fay Hattı, Doğu Anadolu Fay Hattı ve Ege Bölgesi’nin kırılgan yapısı, bize aslında sürekli aynı şeyi söylüyor: Bu topraklarda yaşamanın bedeli, depreme hazırlıklı olmaktır. Fakat acı olan şu ki, biz hâlâ bu gerçekle yüzleşemiyoruz.
Deprem, “beklenmedik bir afet” değil; bilakis ne zaman olacağı bilinmeyen ama mutlaka olacağı kesin bir doğa olayıdır. Yine de her büyük depremden sonra aynı manzarayla karşılaşıyoruz: Yıkılmış binalar, kaybolmuş hayatlar, geride kalan acılı hikâyeler… Ve ardından gelen kısa süreli bir farkındalık dalgası. Yetkililerin verdiği sözler, medyanın çarpıcı manşetleri, toplumun yükselen duyarlılığı… Ancak birkaç ay geçmeden her şey eski haline dönüyor.
Oysa sorun çok açık: Biz sadece deprem anına odaklanıyor, öncesini ve sonrasını planlamıyoruz. Oysa Japonya örneği ortada. Onlar depremin kendisini engelleyemiyor ama en az zararla atlatmayı başarıyor. Çünkü depremi kader değil, mühendislik ve planlama meselesi olarak görüyorlar.
Türkiye’de ise imar aflarıyla sağlam olmayan binaları meşrulaştırıyor, denetimsiz yapılarla insanların hayatlarını riske atıyoruz. Deprem toplanma alanlarını alışveriş merkezlerine dönüştürüyoruz. Kentsel dönüşümü rant odaklı ele alıyor, gerçek anlamda afet odaklı dönüşüm yapamıyoruz.
Deprem kuşağında yaşamak bir tercih değil. Ama depreme hazırlıklı olmak bizim elimizde. Sağlam binalar yapmak, şehirleri bilimsel planlarla büyütmek, halkı bilinçlendirmek mümkün. Ama bunun için kısa vadeli çıkarları değil, toplumun geleceğini düşünmek gerekiyor.
Deprem gerçeğini görmezden gelmek, sadece zaman kazanmak demek. Ve o zamanı biz her seferinde binlerce canla ödüyoruz. Artık aynı hataları tekrarlamamak, bu acı döngüyü kırmak zorundayız. Çünkü depremi durduramayız ama depremde ölmeyi durdurabiliriz.