Bir sofrada dedeyle torun yan yana oturur. Dede, çocukluğunda yaşadığı yoklukları anlatırken torun, gözünü telefondan ayırmadan sosyal medyada paylaşılan son akımı takip etmektedir. Aynı evin içinde, aynı çatı altında ama sanki bambaşka dünyaların insanları gibidirler. Bu sessiz tablo, aslında kuşak çatışmasının en sade ve en güçlü hâlidir.

Kuşak çatışması yeni bir mesele değildir. Her nesil, kendinden öncekini zamanın gerisinde kalmış görmekte; kendinden sonrakini ise saygısızlıkla suçlamaktadır. Ama asıl mesele yalnızca saygı ya da teknoloji değildir. Asıl mesele, hayatı algılama biçimlerinin, değerlerin ve beklentilerin birbiriyle çarpışmasıdır.

Geçmişin kurallarına göre büyümüş olanlar için çalışmak, sabretmek ve kazanmak birbirini izleyen adımlardır. Oysa bugünün gençleri hızlı, anlık ve çok seçenekli bir dünyada büyüyor. Onlara sabretmeyi değil, her şeye bir tıkla ulaşmayı öğreten bir düzenin çocuklarıdır. Bu yüzden büyüklerinden gelen öğütler, kulağa artık eski bir dil gibi gelmektedir.

Kimi zaman yaşlılar gençleri anlamakta zorlanır, kimi zaman gençler büyüklerini dinlemeye tahammül edemez. Ancak bu gerilimden bir uzlaşma doğabilir. Ne gençleri sadece saygısızlıkla ne de büyükleri sadece bağnazlıkla etiketlemek doğru olur. Çünkü gerçek çözüm, anlamaktan geçer.

Gençlerin teknolojiyle kurduğu güçlü bağ, yaşlıların deneyimiyle birleştiğinde ortaya bambaşka bir güç çıkabilir. Geçmişin bilgeliğiyle geleceğin dinamizmi el ele verdiğinde hem gelenek korunur hem de yenilik için sağlam bir zemin oluşur.

Kuşak çatışması belki de kaçınılmazdır, ama birlikte yaşamak bir tercihtir. Dinlemeyi, anlamayı ve empati kurmayı seçtiğimizde bu çatışmalar yerini birlikte gelişmeye bırakabilir. Sonuçta, farklı yaşlarda, farklı yollarla ama aynı hayatın içinden geçiyoruz. Bu farkları bir tehdit değil, zenginlik olarak gördüğümüzde asıl değişim başlayacaktır.