Emperyalistlerin donattığı, emperyalizmin yönlendirdiği Yunan ordusu ezilmişti. Türkiye için artık yepyeni bir dönem başlıyordu. Falih Rıfkı Atay 30 Ağustos 1922 zaferi için şöyle yazmıştı:

“Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın pençesinden, vicdanımızı, düşüncemizi Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.”

***

Yorum: Değerli okurlar. Bu yazıyı hazırlarken, 1922 yılı 30 Ağustos gününün biz Türkler için ne anlama geldiğini, neden üzerinde durularak, enine boyuna değerlendirilmesi gerektiğini inanın çok düşündüm. Sonunda aşağıda bahsettiğim çıkarıma ulaştım. Şimdi bunu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Yaklaşık Üç Bin yıllık dünya tarihi serüveni olan biz Türklerin kurduğu devletlerin karakteristik yapılarını genel hatlarıyla, kültürel ve inanç bağlamındaki özelliklerini de dikkate alarak inceledim. Ve gördüm ki, günümüze değin kesintisiz süregelen bu tarihi yapı iki ana bölüme ayrılmış.

İlki; 30 Ağustos 1922 tarihine kadar olan bölüm; ikincisi ise bu tarihten günümüze kadar olan bölüm. Yani 30 Ağustos 1922, biz Türklerin tarihinde çok önemli bir “kırılma noktası” veya bir “kilometre taşı” olmuş.

Türkler 30 Ağustos 1922 tarihine gelene kadar sayısız birçok devlet kurmuşlar. Göktürklerle başlayıp, Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular ve nihayet Osmanlılarla devam eden bu devletler zinciri, çeşitli nedenlerle ne yazık ki peş, peşe dünya sahnesini terk etmişler.

Yıkılan bu Türk devletlerinin sonuncusu ise bilindiği gibi, zaferlerle dolu tarihi bir geçmişe sahip; ana gelir kaynakları savaşlarda elde ettiği ganimetler ile hükmettiği topraklardaki yer altı zenginliklerinden elde edilen gelir ve vergiler olan Osmanlı İmparatorluğundan, çağa ayak uyduramayıp, dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanan yobaz takımının (gâvur icadıdır) diyerek yenilikleri takip edemeyen, bilimsel eğitimden uzak, üretimi son derece sınırlı, bütçesi devamlı açık veren, liyakatsiz, rüşvet peşinde koşan yöneticilerin adeta cirit attığı, düşmanları olan Avrupalıların, “hasta adam” yakıştırması yaptığı, gücünü yitirmiş, neredeyse ömrünün sonuna gelmiş bir Osmanlı Devletine dönüşmüştü.

Bu söylediklerim; dünyaca ünlü tarihçimiz Ord. Prof. İ. Hakkı Tunaboylu’nun, 6 ciltlik  “BÜYÜK OSMANLI TARİHİ” adlı ansiklopedik eserinin özetidir yani “bilimsel gerçeklerdir”.

Birinci Dünya Savaşı bitiminde, muhteşem Çanakkale Savaşını kazanmamıza rağmen, ne yazık ki savaşı kaybeden Almanların safında yer aldığımız için, İtilaf Devletleri karşısında yenik ilan edilmiş ve yapılan Mondoros Mütarekesi sonucunda da adeta boynumuza idam fermanı asılmıştı. Ağır ve kabul edilemez mütareke şartları gereği İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı ve Yunan’ı adeta aç sırtlanlar gibi ana yurdumuzun Anadolu ve Rumeli topraklarına çullanmışlardı. Tabii onlardan güç alan Ermeniler ve Kürtler de kendilerine ayrılan parçalar üzerinde hak iddia etmekte gecikmediler.

Darmadağın edilen Osmanlı’dan geriye kala kala Sivas, Kayseri ve Ankara gibi çok küçük bir toprak parçası kalmıştı. Bunun o günler tek bir anlamı olabilirdi, o da “bu dünyada artık Türk’lere yer yok!” demekti.

İşte bu acı gerçeği yüreğinde hisseden Osmanlı’nın kahraman subaylarından Mustafa Kemal Paşa, Emperyalist İngilizlerin desteği ile Yunan Ordusunun İzmir’e çıkışının ertesi günü İstanbul’da bulunan padişahın, (Ordu Müfettişliği) olurunu alıp 19 Mayıs 1919 günü ulaştığı Samsun’da “özgürlük meşalesini” ateşlemişti.

İşte o günden itibaren, önce vatan toprağının kirli düşman çizmelerinden arındırılabilmesi için adeta gecesini gündüzüne katan bu değerli komutan; başta Osmanlı Ordusundan sağa sola dağıtılarak etkisiz hale getirilen kahraman Türk subaylarını teker, teker usanmadan, yılmadan ikna ederek yanına çekmesini bildi.

Sonra da düzenli ordu kurma çalışmalarına başladı. Nihayet, 1nci ve 2nci İnönü Muharebeleri, Sakarya Muharebesi ve son olarak yeni kurulan Türk Ordusunun giyim, kuşam, silah, cephane gibi tüm ihtiyaçları, bu çilekeş ve fakir halktan toplananlarla tamamlandı. Bu hazırlıkların tümü gizlilik içinde başarıldı. Nihayet İstilacı Yunan Ordusu’na ölümcül darbeyi vurma zamanı gelmişti.

26 Ağustos 1922’nin erken saatlerinde Afyon-Kocatepe’den başlayan “Büyük Taarruz’un” ilk top mermileri düşmanın üzerine düşmeye başlamıştı bile. Gizlilik içinde, sanki göstermelik hafif bir taarruzmuş süsü verilerek, dört bir yandan yapılan bu muhteşem harekât dört gün içinde meyvelerini vermeye başlamıştı.

Ve sonunda Yunan Ordusuna hayal bile edemeyeceği ölümcül darbe 30 Ağustos 1922 günü Kahraman Türk Orduları tarafından, Afyon’un Kara Tepe mevkiinde bulunan, “Ölüm Çukuru” olarak adlandırılan yerde vuruldu. Burada Yunan Ordusunun neredeyse tüm komutan ve erleri esir edildi (Bunun hikâyesine daha önce yer vermiştim).

Yunan Ordusunun dağılmasının artık tek bir anlamı kalmıştı; o da “hür ve bağımsız, yepyeni çağdaş bir Türk Devleti’nin doğuyor” olmasıydı.

Bizler bu mutlu gerçeği adım adım; 9 Eylül 1922’de İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşuyla, 24 Temmuz 1923’de Lozan Barış Antlaşmasında elde edilen haklarla, 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ve daha sonra uygulanan “Atatürk’ün Çağdaş Reformları” ile ruhumuzda hissedecektik.

Sonuç olarak, Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’da yaktığı özgürlük ateşi gittikçe büyüyerek 30 Ağustos 1922’de Afyon’un Kara Tepe mevkiinde yapılan Başkomutanlık Meydan Muharebe Zaferi sonucunda parlak bir meşaleye dönüşmüştü. Bu ise Türklerin tarihi açısından muhteşem bir “metafor” yani “başkalaşım” olmuştu.

Osmanlı Devleti için

Trikupis-Digenis grubunun, dağ şartlarına ve açlığa dayanabilme gücü kalmamıştı. Subayların çoğu, askerlerin tümü teslim olmak istediler. General Trikupis, bu isteğe bir süre karşı koyduysa da askerin kesin tavrı karşısında, teslim olmayı kabul etmek zorunda kaldı. Kılıcını kırdı. (…) General Digenis ve 13. Tümen Komutanı Albay Kaimbalis, iki kolordunun ve beş tümenin kurmay başkanları, kurmayları, topçu komutanları, 580 subay, 985 er, 100 makineli tüfek ve 12 dağ topuyla, Minkarip adlı küçük bir köyde, I. Ordu’dan bir birliğe teslim oldular.

(…) General Trikupis ve Digenis’i, önce 4. Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Bey, sonra 1. Ordu Komuranı Nurettin Paşa, daha sonra Cephe Komutanı İsmet Paşa kabul etti. İsmet Paşa, kısa bir konuşmadan sonra, iki kolordu komutanını, Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna götürerek Paşa’ya takdim etti.

Esirler, Başkomutan’ın masasının karşısındaki iki iskemleye oturdular. Trikupis biraz daha dinç görünüyordu ama Digenis bitkindi. Başkomutan, sağına Fevzi Paşa’yı, soluna İsmet Paşa’yı almıştı. Savaştan konuştular. Salonun sonundaki aralıkta Halide Edip Hanım, Ruşen Eşref, Mahmut Bey, yaverler ve bazı kurmaylar, derin bir dikkatle bu tarihî sahneyi izlemekteydiler.

Üç yılda nereden nereye gelinmişti? O şamatacı, acımasız, kibirli Yunan ordusunun yerinde yeller esiyordu. Özerk İyonya yönetimi de Bizans İmparatorluğu’nu diriltme hülyası da tarihe karışmıştı.

Mustafa Kemal Paşa, muhteşem Fransızcası ile konuşmasının sonunda: “Hacianesti yerine başkomutanlığa atandığınızı biliyor musunuz?” diye sordu. “Hayır.” “Bildirmek için sizi arıyorlardı.” “Durumunuz bu işte mareşalim. Yönetim her zaman olayların gerisinde kaldı. Sonuç da tabii böyle oldu.” Utanç içinde önüne baktı. “Üzülmeyin general. Siz vazifenizi yaptınız. Artık misafirimizsiniz…”

                                                           ***

Esir Yunan Generali Trikupis İle İlgili İlginç Bir Hikâye!

Sözcü gazetesi yazarı Emin Çölaşan, konuyla ilgili Haldun Ersanlı isimli okurundan çok ilginç bir e-posta mesajı alır. Mesajda şöyle denmektedir:

“Selamlar Emin Bey, ben Haldun Ersanlı. Dostunuz rahmetli (büyükelçi) Özcan Davas'ın yeğeniyim. Dedem, annemin babası Tümgeneral cerrah Muhtar Davaz genç mezun bir tabip olarak Çanakkale Savaşı'na katılıyor. İstiklal Savaşımızda Aydın cephesinde. Trikupis teslim alındığında dedemi doktor yaver olarak kendisine veriyorlar ve tutsak olduğu dönemde, Ankara ve Kırşehir’de kendisine hizmet ediyor.

Savaş sonrasında dedem Roma'ya, ihtisasını yapmak üzere amcası büyükelçi Suat Davaz'ın yanına gidiyor ve her nasılsa dedem ve Trikupis Roma'da sık sık görüşüyorlar.

Ailede anlatılanlara göre Trikupis dedeme tahsili sırasında maddi destek veriyor. Uzun yıllar mektuplaştılar.

Annem, dedemin 1980'de vefatından sonra kitapları ve o mektupları Numune Hastanesi'ne bağışlamış. İlginizi çekeceğini ümit ederek (Kırşehir'de esir kampında çekilen fotoğrafı)gönderiyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.”

Çölaşan, yazısında şu ifadeleri kullandı: Bir başkomutan düşünün, esir düşen düşman ordusu başkomutanının yanına esir kampında bile genç bir doktoru yaver olarak görevlendiriyor.” Okurum Haldun Ersanlı'ya teşekkür ediyorum.

***

Gelecek yazımda: 100 yıl önce 9 Eylül 1922, artık İzmir’deyiz, diyeceğim.

'

'

'