“Amiral Paşa birden yattığı yerden fırladı telâşla. Odanın loş ışığında doğruldu ve saatine baktı. Saat 03: 00′ dı. Bir gayretle doğruldu ve parmak uçlarına basarak sessizce banyoya yöneldi. Tıraş takımını çıkardı aynanın karşısında günlük sakal tıraşını oldu, elini yüzünü yıkadı ve saçlarına bir şekil vererek yine parmak uçlarında yürüyerek elbise dolabını açtı. Her törende giydiği üniformasını çıkarıp yatağın üzerine koydu. Özenle pijamalarını katlayıp yatağın üzerine bıraktı. Üniformasını giyerken bir şey fark etti. Biraz kilo almıştı, pantolonun beli biraz sıkmıştı. Kendi kendine emir astsubayına söyleyeyim de yeni bir üniforma için terziyi getirsin diye düşündü. Özenle bembeyaz üniformasını giydi. Harp okulunu birincilikle bitirdiğinde aldığı sapsarı işlemeli kılıcını özenle kuşandı. Ayna karşısında son bir kez kendine baktı ve ayna karşısındaki görüntüsüne selam vererek kapıya doğru sessiz adımlarla ilerledi. Kimseyi uyandırmak istemedi. Hafifçe kapıyı çekti ve merdivenlerden dikkatlice inmeye başladı. Sokağa çıktığında saatine bir kez daha baktı ve onu bekleyen silah arkadaşları ile buluşacağı yere doğru ilerledi. Nasıl olsa vakit var daha dedi ve sakin adımlarla aklındaki o buluşma yerine yürümeye başladı. ..

Evde herkes uyuyordu; oğlu Barbaros ve gelini saatin alarmı ile uyandılar. İki torunu vardı; Mustafa Deniz ve Kemal Ege odalarında bir gün öncenin yorgunluğu ile derin bir uykuda idiler. Gelini Rengin mutfağa girdi önce ve çay suyu koydu ocağa. Daha sonra banyoda elini yüzünü yıkadı. Bir ara babasının açık olan oda kapısını gördü ve içeri usulca baktı, yatak her zamanki gibi toplanmıştı. Balkona doğru gitti orada mı diye fakat balkonda da yoktu salonda da yoktu telâşlandı. Eşinin yanına gitti telâşla. “Barbaros kalk babam yok.” Adam uyku sersemi yataktan fırladı. Telâşla kapıya koştu. Ayakkabılarının yerinde olduğunu ama beyaz ayakkabılarının olmadığını görünce telâşla çocukların odasına gitti ve büyük oğluna sordu. “Gece sen geldikten sonra kapıyı kilitlemedin mi?“ Genç adam “Baba unuttum.” dedi üzgün..

“Ben kaç kere söyleyeceğim dış kapı kilitlenecek!“ diye bağırdı…

Saat 9.30 olmuştu. Bir yandan giyiniyor, bir yandan da söyleniyordu “Niye dikkat etmiyorsunuz!” Henüz giyinmişti ki telefonu çaldı. Heyecanla telefonda konuştu, adresi doğruladı, evet dedi. Aradan beş dakika geçti, kapı çaldı. Evin bütün sakinleri kapı önünde toplandı. Kapıyı açtıklarında iki resmi kıyafetli polis ve ortalarında bembeyaz üniforması ile babası duruyordu dimdik gururlu.

Barbaros, babasına sıkıca sarıldı. “Babam canım babam!…”

İçeri aldılar amiral Yavuz Paşa’ yı.

Adam polislere dönerek “Babamı nerede buldunuz?“ dedi. Polislerden biri “Saat 06.00′ da Atatürk heykelinin önünde subay kıyafetli bir şahıs var diye anons duyduk. Gittiğimizde beyefendiyi Atatürk’ ün önünde durduğunu ve ağladığını gördük. Bir müddet bekledik. Sonra kendisine sorular sorduk. Bize, arkadaşlarını beklediğini, bugün Mustafa Kemal’ in askerlerinin burada toplanacağını söyledi.

Biraz sohbetten sonra durumu anladık. Kolundaki bileklikte, adres ve alzheimer hastası yazısını gördük.” dedi. Barbaros babasının rahatsızlığını ve durumu izah etti. “Kendisi emekli amiraldir. Bizleri, torunlarını kimseyi tanımıyor. Unutmadığı tek şey Mustafa Kemal ATATÜRK…” (facebook)

Emekli Amiralimize, en derin sevgi ve hürmetimle”. Okurken gözlerim yaşardı.

Insan yaşlanınca unutkanlıklar da yava yavaş başlıyor. Önce ocağı söndürüp söndürmediğini, kapıyı kilitleyip kilitlemediğini unutur. Giderek Alzheimer iyice yerleşince, sabah kahvaltıda ne yediğini, sokağının, apartmanın adını ve sonunda eşinin, çocuklarının adlarını unutur. Oryantasyonu tamamen kaybolmuştur. Hangi yılda, nerede, kimlerle birlikte yaşıyor, hepsi unutulur.

Rahmetli Süleyman Demirel alt kat çalışma ofisinden üst kattaki evine çıktığında, eşi Nazmiye hanım, -‘gelmeyin gelmeyin, eşim Süleyman bey duyarsa çok kızar’ diye söylenirmiş. Nazmiye hanımın hastalığı ilerleyince Başkent Tıp Fakültesi Hastanesi’ne yatırmışlar. Süleyman bey de, hergün ziyaretine gidiyormuş. Günün birinde doktoru, ‘sizi bile tanımıyor artık gelmenize gerek yok’ dediğinde, Demirel şöyle cevap vermiş: ‘Ben onu tanıyorum ya’.

Sevgi, birini ölesiye sevmek işte böyle bir şey. Sevenler sevdiklerini, ölünceye kadar asla bırakmazlar.

Amiralimizin Atatürk sevgisi de böyle olmalı. Tıpkı bizim içimizde olduğu gibi. O büyük insan, paşalığını, Trablusgarp, Suriye ve Çanakkale Savaşlarından alnının akıyla almış. Öyle İstanbul’da gün geçirip saraylardan ünvan almamış. Ülkemizin dört bir yanı işgal edilmişken, ölümü bile göze alarak cesaretle öne atılmış. Bence, o bir görevli. Bu görevi ona padişah değil, çok daha yükseklerdeki ulvi makamlar vermiş. Onu unutmak ne mümkün.

Ömrü cepheden cepheye geçmiş olan, o büyük asker ve devlet adamı, sadece ülkesini kurtarmakla kalmamış, mazlum milletlere de örnek olmuştur. Emperyal devletlerin takdir ettikleri halde, onu sevmemeleri hep bu yüzdendir. Kolay mı yıllarca sömürdükleri ülkeler, birer ikişer bağımsızlıklarını kazananca onları birden kaybedivermek.

Amiralimiz de Ata’sını unutmamış. Ne mutlu ona, oğlu, gelini ve torunlarına. Babanızla, dedenizle ve Ata’mızla gurur duymalısınız.