Sakarya Meydan Savaşı 13 Eylül 1921 de zaferle sonuçlanmış ve Başkomutan M. Kemal Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve diğer komutanlar gereken tedbirleri aldıktan sonra Polatlı’dan trenle Ankara’ya hareket etmişlerdi.

Artık akıllarda tek soru vardı. O da, Eskişehir-Afyon hattına çekilip toparlanmaya çalışan İstilacı Yunan Ordusuna son darbenin vurulacağı “Büyük Taarruz”un ne zaman gerçekleşeceği idi.

Cevap için çok çeşitli görüşler T.B.M. Meclisinde yapılan hararetli tartışmalarda ortaya atılıyordu.

Rauf Bey’in başını çektiği, (muhalif) grup, Yunan Ordusuna vakit geçirilmeksizin genel bir taarruza geçilmesi gerektiğini, şayet geç kalınırsa bunun vebalinin kendilerine ait olmayacağını, sorumlusunun ise, başında Gazi M. Kemal Paşa olan yetkili hükümet olacağını savunuyordu.

Ayrıca Gazi Paşa’nın hem Başkomutan hem de TBMM Hükümetinin Başkanı olarak Ankara’da bulunmasının sakıncalı olacağı; Hükümet Başkanlığını başka bir arkadaşa devredip, Polatlı yakınlarında bulunan ana karargâhta, ordumuzun başında bulunmasının daha doğru olacağı vurgulanıyordu.

Gazi M. Kemal Paşa’nın önderliğinde oluşan grup ise, ordunun zorlu bir savaştan henüz çıktığını, yiyecek, giyecek, savaş malzemeleri, silah ve cephane gibi ihtiyaçlarının olduğunu ve bu ihtiyaçların mutlaka giderilmesi gerektiğini, bunların temini için daha önce Başkomutanlık emri çıkartıldığını ama tamamlanmasının belirli bir zaman alacağı gerçeğini dile getiriliyordu.

Ayrıca Başkomutan M. Kemal Paşa kendisinin Ankara dışında bulunması fikrine olumlu yaklaşmıyor, sakıncalı olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Hükümet Başkanlığı ve Başkomutanlık görevlerinden başka kendisinin birçok işle ilgilendiğini, bu nedenle işleri Ankara’dan daha sağlıklı yöneteceğini söylüyordu. Ve öyle de oldu.

Her ikisi de Paşa ama…!

Bir akşam Gazi, Fethi Bey ile birlikte Rauf Bey ve Yakup Şevki Paşa’yı yemeğe çağırmıştı. Yemekte bir ara Yakup Şevki Paşa’ya, “Fevzi Paşa’yla Ordu Komutanlığı konusunu görüştünüz mü?” diye sordu.

“Evet, benim için 2nci Ordu Komutanlığını düşündüğünüzü söyledi.”

“Kabul eder misiniz?” Yakup Şevki Paşa’nın gözleri büyüdü:

“Ne demek Paşam? Elbette şerefle kabul ederim. Niye sordunuz?”

“Çünkü Ali İhsan Paşa, daha kıdemli olduğunu ileri sürerek İsmet Paşa’nın emrine girmek istememiş.”

“Aman Paşam, şimdi burada ölüm kalım savaşı verilirken, kıdem, unvan, mevki hesabı yapılır mı hiç? Bu düpedüz saçmalık olur. Ayrıca biz tabiri caizse Malta Adasında yan gelip yatarken, İsmet Paşa Anadolu ordusunu sizinle birlikte kurmuş bir arkadaşımız. Şimdi omzumuz ondan biraz daha kalabalık diye, önceki olayların hiçbirini bilmeden, hazıra konup onun yerine mi geçeceğiz? Böyle saçma şey olmaz.”

Gazi, “Teşekkür ederim” dedi ve ardından Rauf Bey’e baktı:

“Sen bir görev düşünmez misin Rauf?”

“Bir süre dinlenmek istiyorum Paşam.”

“Tecrübeli insanları ihmal ya da israf etmeye hiçbirimizin hakkı yok. Şu anda Bayındırlık Bakanlığı boş, seni aday göstermek istiyorum, olur mu?”

Rauf Bey karşı çıktı:

“Hayır, lütfen. Beni affet.”

 Fethi Bey yeni İçişleri Bakanı seçilmişti, kızdı:

“Ne yani, biz işleri rayına sokmak için çırpınıp dururken sen seyirci mi kalacaksın? Elbette sorunlarımızı paylaşacaksın. Haydi öyleyse, buluşmamızın şerefine!”

Kadehini kaldırdı. Ardından hepsi Fethi beye katıldılar.

Gazi, Malta’dan gelen Kara Vasıf Bey’in de Müdafaa-yı Hukuk Grubu Yönetim Kuruluna girmesini isteyecekti.

Rauf Bey’in zoraki Bayındırlık Bakanlığını kabul etmesinden sonra, Balıkesir Milletvekili Vehbi Bolak Milli Eğitim ve Dr. Rıza Nur da Sağlık Bakanı seçilmişlerdi.

Albay Kara Vasıf Bey, Rize Milletvekili Ziya Hurşit Bey’in koluna girdi, “Hükümette şimdilik üç bakanımız oldu…” dedi, “adım adım ilerliyoruz.”

“İyi ki geldiniz. Zafer bizi uyuşturmuştu.” Diyerek en arka sıraya geçip oturdular.

Başkan Hasan Fehmi Bey ise, yine farklı görüş ve önerilerin karşılıklı tartışmalarla dile getirileceği hararetli oturumlardan birini daha başlattı.

Tacettin Camii: Ankara’nın Hacettepe semtindeki küçük, güzel Tacettin Camisi Cuma günü dolup taşmıştı. Mehmet Akif (Ersoy) Bey acele etmeden yerini aldı.       Öksürerek sesini açtı:

“Ey cemaat!” Bugün dünyada milyonlarca Müslüman var. Ne acıdır ki hiçbirinin bağımsızlığı yok. Yalnız biz istiklal sahibiydik ama biz de yüzyıllardır, elde avuçta neyimiz varsa, yabancılara terk edip, geri çekile çekile bugünlere geldik.

Bunun sebebi dinimiz midir? Haşa, İslamiyet hayatı, aklı, mantığı, zamanın icaplarını asla reddetmez. İslamiyet dini, ölüler dini değildir. Ama batı dünyası ilim ve fende ilerlerken biz Müslümanlar ne yaptık? Her şeyi Allah’a havale ve emanet edip tembellik, cehalet ve bağnazlık içinde donup kaldık. Sonuç ise ortada: Dilenerek yaşayan hükümetler, ekilmemiş tarlalar, yakılmış ormanlar, hastalıklar, hurafeler, üfürükler, yolsuz, okulsuz köyler, pis şehirler. Milletin hayrı için ne düşünsen “Olmaz!” diye karşımıza dikilen ilimsiz hocalar. Her yeniliğe, “Biz atamızdan, dedemizden böyle görmedik” diye karşı her yeniliğe çıkan yobazlar. (….)

İşte, İstiklal Marşımızın ünlü şairi, o onurlu mücadele günlerimizde Tacettin Camii’nin Cuma Hutbesinden, çilekeş cemaate böyle sesleniyordu.