Bu yazımda siz değerli okuyucularımı biraz eskilere… Osmanlı İmparatorluğunun Padişah Abdülaziz dönemine götüreceğim. Ama bir tarafta sarayın safahatının, diğer tarafta da halkın sefaletinin yer aldığı bu yolculuğun, biraz üzücü ve bir o kadar da düşündürücü olacak kanısındayım.

Yıl 1867, diğer bir deyişle günümüzden kabaca 150 yıl öncesidir. 700 yıllık koca çınar Osmanlı İmparatorluğu tabiri caizse birçok konuda sapır, sapır dökülmektedir. Ünlü tarihçimiz Ord. Prof. Enver Ziya Karal’ın muhteşem eseri “Osmanlı Tarihi” incelendiğinde, aşağıda yazdıklarımın ne kadar yürek burktuğu görülecek ve hak verilecektir.

Sultan Abdülaziz, halkın fakirliği ve sefaletiyle adeta alay edercesine lüks ve şatafatlı bir hayat sürmektedir. Avrupa’dan rica minnet temin edilen borç parayla kendine saraylar ve köşkler yaptırmaktadır. Neredeyse toplamı 6000 kişiyi bulan saray ve köşk mensuplarının 1200’ü kadın, 350’si aşçı ve yamakları, 400’ü seyis ve ahır hizmetkârları, 400’ü kayıkçı, 2.000’i hademe, müzik eri ve subay, 200 kuşbaz ve cambaz ve 300’den fazlası da yaver ve kâtip, teşrifatçı ve mabeyincidir. Bunlara kahveciler, tütüncüler, çamaşırcılar ve harem ağalarını da eklemek gerekir.

Sadrazam ve vekiller de padişaha uyarak, lüks yaşam hevesine kapılmışlardır. Onlar da bir yolunu bulup kendilerine Osmanlı hazinesinden köşkler, yalılar ve konaklar yaptırarak bir eli yağda, bir eli balda yaşamaktadır. Gücü yetmeyen paşaları ise padişah varlığından desteklemektedir.

Bunlar yapılırken de, sebep olarak öne sürülen gerekçe; devletin şeref ve itibarını korumadır. Ama bu şeref ve itibar ne yazık ki kâfir olarak adlandırılan Avrupalı bankerlerden alınan borçlarla yerine getiriliyordu.

Padişah ve vekilleri böyle zenginlik içinde yaşam sürerken, memurlar ve askerler son derece perişan durumdaydı.

Ziya Paşa bahsedilen konu ile ilgili görüşünü şöyle dile getiriyordu:

 “Askerin maaşı on beş, yirmi gün, diğer memurların maaşları ise sekiz, on ay’lık bir gecikmeyle ödeniyordu. Askerler bazı yerlerde kendilerine devlet tarafından verilmesi gereken resmi giysilerini alamadığı için, karda kışta üzerindeki ince beyaz pantolonla nöbet mahallinde donarak can veriyordu. Çoğu kere aç ve çıplak kaldıklarından gizli gizli avuç açıp dilenenler ve hırsızlık yapanlar, yol kesip haraç alanlar oluyordu.

Maaşlarını alamayan devlet memurları ise rüşvet alarak ayakta kalmaya çalışıyorlardı.

 Orduda veya uzak savaş bölgelerinde görevli subayların maaşları zamanında ödenemediği için, onların geride bıraktığı aileleri, çoluk, çocukları perişan vaziyetteydi. Bazen aybaşlarında devletten üç, beş kuruş alabilmek için İstanbul Maliye Dairesinin avlusunda toplanan halk birbirini yiyordu. Tabii içlerinden elebaşı durumunda olan erkekler, zamanın jandarması tarafından hapsediliyor, kadınlar ise ıslah için imam evlerine gönderiliyordu.”

Hal böyleyken padişah ve vekillerinin sefahati, memurlar ve askerlerin sefaleti, Osmanlı toplumunu hasta ve felçli bir duruma sokmuştu.

Önceki Padişah Abdülmecit devrinde fetva ve hattı hümayunla “rüşvet almak” yasaklanmış olmasına rağmen, yerine geçen kardeşi Sultan Abdülaziz, Sadrazam Ali ve Fuat Paşalar kendilerine Mısır Hidivi İsmail Paşa tarafından hediye adı altında verilen rüşvete tenezzül ediyorlardı. Tabii bunun karşılığında da Hidiv’e bazı ayrıcalıklar, imtiyazlar tanımak mecburiyetinde kalmalarıydı.

Bundan başka zamanın Ruslara meyilli Sadrazamlarından Mahmut Nedim Paşa ve arkadaşları da Rusların Osmanlı Elçisi İgnatif’ten kıymetli hediyeler kabul ederek, karşılığında onun siyasi oyunlarına boyun eğiyorlardı.

Yani alınan hiçbir menfaat, asla karşılıksız değildi.

'

'

'

'

'

'

'

'