İnsanlar doğası gereği meraklıdır. Bilmediğinden korkar, kendinde olmayanı ister. Fakat bunları yaparken de elindekinin değerini bilmez. Ancak elindekini kaybettiğinde değerinin farkına varır.

Bahçemizin bir köşesinde yılın on ayını çiçekli geçiren bir papatya düşünün... O papatya bizimdir ama onunla yetinmez ve bir gülümüz olsun isteriz. Gözümüzü bürüyen gülü bulmanın hırsı ile haftada yarım fincan su ile bile yetinebilen papatyamızı bir kenarda unutur, ihmal ederiz. Gün gelir de gülü bulamayıp papatyamıza geri dönmek istediğimizde, bir de bakarız ki değer vermediğimiz papatyamız ya kurumuş ya da onun değerini bilen bir başkasının gülü oluvermiştir.

Biraz düşünürsek, hayatımızın bir köşesinde yerlerini almış birçok papatyalar fark ederiz. Onlar hep orada öyle sessizce dururlar. Öteden beri hep oradadırlar ve sanki hep orada olacaklardır diye düşünür, onları kanıksar, onlara hak ettikleri değeri vermeyiz. Yozlaşan yaşamımızın yozlaşmışlığına inat, bir gün değer verilmeyişlerine isyan edip hayatımızdan çıkıp gidebileceklerini hiç mi hiç düşünmeyiz... Var olan düzenimizin sürekli devam edeceğini düşünürken aniden fark ederiz ki, ne eski düzen kalmıştır ortada, ne de değerlendiremediğimiz o güzelim değerler...

Konuya uygun şu öykü anlatılmak istenenleri çok güzel özetliyor:

Bir usta yıllarca yanında yetiştirdiği çırağının eline iri bir pırlanta verip: ”Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir” der.

Çırak, elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve:
”Şunu alır mısınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra:

”Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın.” der. Çırak teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gider:

”Buna ne verirsiniz?” diye sorar. Semerci şöyle bir bakar:

”Bu…” der, ”Benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
Çırak en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar:

”Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder.”Buna kaç lira istiyorsun?” Çırak sorar:

”Siz ne veriyorsunuz? ”

”Ne istiyorsan veririm.”
Çırak, ”Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu ısrar eder:

”Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Çırak:

”Emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini…” anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Meslek erbabının yanına dönen çırak büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır:
Usta, ”Bundan ne anladın?” diye sorar.

Çırağının verdiği cevap çok doğrudur:

Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir, gerisi hikayeden ibaret!

'