NEREYE SAVRULUYORUZ? (23)  HUKUK DEVRİMİNİN TEMEL TAŞI, LAİKLİK İLKESİ

Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş aşamasında, önce Hilafet yani Halifelik kaldırıldı. İslam dinini, kendi koyduğu keyfi kurallara göre yöneterek toplumu yüzyıllardır ‘karanlığa boğan’ rayından çıkmış tüm Tekke, Zaviye ve Tarikat dergahları kapatıldı. ‘Laiklik devrimi’ yapılarak devletin tüm vatandaşların dinine, inancına eşit mesafede olması sağlandı.

Hukuk bir toplumun en önemli güvencesiydi. Kanunlar tekrar düzenlenerek çağdaş bir yapıya kavuşturulmuş, Cumhuriyet Mahkemeleri kurulmuş, başlarına hukukun ve demokrasinin anayasal güvencesi olan, çağdaş hukuk eğitimi almış bağımsız hakim ve savcılar atanmıştı.

Çağdaş hukuk dendiğinde akla ilk gelen kavram ise ‘Laiklik’ idi.

Laiklik ne demek, önce bu konuyu biraz açalım; 

“Laiklik, akli düşünce ile dini düşüncenin birbirinden ayrılması, devletin, ülkedeki mevcut tüm dinlere yani tüm inanç guruplarına karşı tarafsızlığı demektir.

Bu ilke çerçevesinde, devlet ‘Anayasa’ gereği tüm vatandaşların dini inançlarına saygı göstererek herhangi bir din ve mezhebin iç düzenine, ibadet şekline ve bu konuda bilgi sahibi dini önderlere asla karışmaz” demektir.

Ayrıca devlet, inansın veya inanmasın tüm vatandaşlarına aynı mesafede olmak, onlar arasında asla ayrım gözetmemek durumundadır. İşte, Laik kavramının özü budur. 

Orta Çağda feodal bir sosyo-ekonomik yapının hüküm sürdüğü toplumlarda iktidarın kaynağı Tanrı’ya dayandırılmıştır. Dinin siyaset üzerindeki mutlak üstünlüğü Avrupa’da bu anlayışa karşı çıkan ve başkaldıran aristokrat sınıfının ortaya çıkışına kadar sürmüştür.

Laiklik Devrim sürecinde, dinin yönetiminin ‘din adamları’ tarafından yapılması için, Atatürk tarafından ‘Diyanet İşleri’ adı altında bir kuruluş oluşturulmuştur.

Yapılan “Laiklik” devrimine, o dönemin muhafazakar ve islâmcı çevreleri tepki gösterdi ama yoğun öğreti sonucunda toplumun büyük kesimi tarafından uygulamanın doğru olduğu görüldü.

Yorum: Fakat! Yaptığım inceleme ve değerlendirmeler sonucunda Atatürk Devrimlerinin öğreti ve uygulanış biçimlerinde, o süreçte bazı zaaflar olduğu kanısına vardım. Ata’mızın etrafında bulunan bazı Milletvekili, Vali, Kaymakam, Subay, Öğretmen ve Devlet Memuru gibi entelektüel (eğitimli, bilgili) kesimlerin; devrimlerin ülke geneline yayılması ve vatandaşa bunların neden gerekli olduğunun öğretilmesi konusunda yeterli gayreti gösterdiği kanısında değilim.

Hatta içlerinde halâ padişah ve halife yanlısı, “siyasi islâm” görüşünü benimseyen, devrimlere karşı azımsanmayacak bir grubun olduğu da acı bir gerçektir.

Ne yazık ki, bu muhteşem çağdaş değişiklikler; eğitim düzeyi oldukça düşük, dini yaşamı (doğrusuyla, yanlışıyla) yoğun bir biçimde yaşayan ve kontrolünü kaybetmiş bir takım aşırı dinci insanların etkisinden bir türlü kurtulamayan, yüreği iyilikle dolu Türk köylüsü ve şehir varoşlarında, kenar mahallelerde yaşam mücadelesi veren insanımıza yeterince anlatılamadı.

Tabii ki bunun sorumluluğu, benim de içinde yer aldığım Türk Entelektüellerine, Bürokratlarına, Hukukçu ve Eğitmenler ile özellikle “Siyasetçilere” aittir.

Bu anlatılamayış ve ikna edilemeyiş eksikliğinin sonuçları ne yazık ki günümüz Türkiye’sinde; “Fethullah Cemaati” benzeri, dini duyguları kullanarak, lider kadro için gizli servet elde etme peşinde koşan tarikatlarda açıkça görülmektedir.

Gelecek yazı, “Genç TC. Çok Partili Yaşama Geçiyor” konusundadır.  

Dijital erişim: Google-Polatlı Postası-Yazarlar