Gençlikten gelen bir alışkanlık işte. Oldum olası erken kalkarım. Elli yıl mı desem, yoksa daha fazla mı. İlk iş, sabah kahvemi ocağa koyar, günlük ilaçlarımı kutularından çıkartırım. Interneti açtıktan sonra, kahvemi yudumlarken, akademik akılda çıkan yazıları ve gazeteleri okumaya başlarım.

Bu sabah, önce, Serkan Kemal Büyükünal’ın 21 mart tarihli, ‘Gıda üzerine oyunlar- küresel ısınma’ başlıklı yazısını okudum. Üzerinde çok düşünülecek ve çok araştırma yapılacak bir konu. Altına bir teşekkür notu yazdım. Ikinci olarak, Mustafa Tekin’in 25 martta çıkan ‘Hocanın çantasını taşımak’ yazısını okudum. Yazının altına bir teşekkür yazısı yazayım derken, baktım yorum çok uzun oluyor. Çaresiz ben de görüşlerimi, bir yazı halinde sizlerle paylaşayım dedim.

Mecazi anlamda söylenen bir sözdür o. Aslında bu devirde ne hocalar çantalarını taşıtır ne de araştırma görevlileri hocasının çantasını taşır. Gerçek olan, aslında hocaların asistanları sırtlarında taşımasıdır. Hümanizmayı, insan sevgisini, bilimi, bildikleri ve yeteneklerini, öğrenme, öğretme, araştırma, bunların yol ve yordamını, yıllar içinde öğretecek olan, yine hocalarıdır. Genç bir arkadaş göreve başladığında, kliniğin baş asistanı sırayla hocaların odasına götürerek, onu hocalarıyla tanıştırır. Benim odama geldiklerine, hemen bilgisayarımdaki ‘asistan dosyası’nı açarak, önce kaydını yaparım. Hangi fakülteden mezun olmuş, hangi okulları bitirmiş, TUS da kaç puan almış, nereli, annesi babası ne iş yapar, evli mi, bekar mı, yabancı dil bilgisi, yurt dışı deneyimi, telefon, mail adresi, ailesi ve kendisi nerde oturur, kalacak yeri var mıdır. vs. Sonra, bunları yeterli bulmayıp, kısa bir özgeçmiş yazıp getirmesini isterim. Uzman olduklarında, tarih düşüp, kliniğin kaçıncı uzmanı olduklarını ayrılacak olanlara gururla söylerdim. Emekli olunca bu dosyayı, anabilimdalı başkanı olan genç arkadaşıma devrettim. Benden sonra dosyaya, yeni gelenleri kaydedip kaydetmediklerini bilmiyorum.

Asistan, aslında üzerinde pek çok girinti, çıkıntı ve dikenleri bulunan bir hamur gibidir. Onu işleyecek olanlar, hocaları, çalışma arkadaşları ve zamandır. Tıpkı dört kapı kırk makam öğretisindeki gibi, ilk öğrenilmesi gereken, nelerin yapılması, nelerin yapılmamasıdır. Bu birinci kapıdır. Buradan geçip, ikinci kapıyı açtığında kendine özgü bir yol (tarik) çizerken, önder alacağı hocalarını da (pir) belirlemeye başlar.

Her yeni gelen asistana, çalışırken kendi yolunu bulabilmesi için, önce basit bir araştırma görevi veririm. Buradaki performans ve gösterdiği ışık, ilerideki çalışmalarının bir işareti gibidir. O konudaki hassasiyet ve titizliği, ilerideki hayatına yön verecek olan belirtileri de ortaya çıkarır. Çokları bunu bir angarya olarak görüp, anlamakta zorluk çekerler.

Eskiler, ‘boğa olacak buzağı, boğanın dibine, öküz olacak buzağı, öküzün dibine yatar’ derler. Fakülteyi kazandığında kendisini ordinaryüs olarak gören öğrenci, yıllar içinde, prof, doç, uzman, asistan ve ancak son sınıfa geldiğinde, ancak bir öğrenci olduğunu hisseder derler. Asistanlık da buna benzer. Sınavı kazanıp da göreve başladığında her asistan, çok yeni ve güncel bilgilerle donanımlı olduğunun bilincindedir. Bu yüzden, gerektiğinde kendini herkesten üstün bile görebilir. Ancak önünde, öğrenmesi gereken pek çok şey ve gidilmesi gereken pek çok yol vardır. Bunların tamamını öğrenmesi için, asistanlık süresini tamamlaması gerekir. İlk günlerde onbeş yirmi günde yapabildiklerini üç beş günde, hatta daha sonraları, bir günde yapabildiğini hayretler içinde idrak etmeye başlar. Mevlana’nın, ‘hamdım, piştim, yandım’ sözleri ne kadar da gerçeği yansıtıyor. ‘Işlediğin başkasınaysa, öğrendiğin kendinedir’ diye ne de güzel söylemişler. Angarya denilen işlerden bile, alınacak pek çok ders ve öğrenilecek pek çok bilgi vardır.

Asistanlık süreci, hem iyi hem de kötü anılarla dolu olarak geçmiş olabilir. Bu yüzden bazı genç arkadaşlar uzman olduktan sonra bölümlerine hiç uğramak istemezler. Orayla olan bağlarını, kökünden koparıp atarlar. Bu grupta olanların azınlıkta olmalarını yeğleriz. Alumni toplantılarında, kongre ve sempozyumlarda, bölümden yetişmiş olanları, akşam yemeklerinde bir araya getirerek yeniden kaynaştırmaya gayret ederiz.

Uzman olanların bir kısmını seçerek, kariyer yapması için bölümümüze alırız. Bir kısmını yurdumuzun değişik fakültelerinde değerlendirmeye çalışırız. ‘Uzayan kol bizden olsun’ diye bir söz vardır. Kim nereye gitmiş, nerede çalışıyor, evlenip çoluk çocuğa karıştı mı, uzaktan da olsa sorar soruşturur, takip ederiz. Bazıları arada bir telefonla arayıp, hal hatırımızı sorarlar. Bir kısmı hiç aramaz. Asistanlarımız arasından, kariyerlerinde yükselip prof, doç olanlar, yöneticilik görevi alanlar, hatta kaybettiklerimiz bile oldu. Yazımın başında da belirttiğim gibi, hocaları olarak, en azından ben kendim, hiç bir asistanıma ne çantamı, ne de şemsiyemi taşıtmadığım gibi, onları daima kendi çocuklarım yerine koydum ve sırtımda taşımaya gayret ettim. Bundan da hiç bir zaman gocunmadım. Onların başarılarıyla gururlandım, üzüntüleriyle üzüldüm.

Öğrencilerimiz ve asistanlarımız, ülkemizin, geleceğidir. Onları ne kadar bilgili, donanımlı ve humanist bireyler olarak yetiştirirsek, geleceğimizde o kadar parlak olur. Gençlerimizi yetiştirmek, zaten asli görevimizdir, ben buna gönülden inanıyorum. Yorumdan çıkmış bir yazı oldu. Teşekkürler Mustafa Tekin hoca. Saygılarımla.