Merhum Mehmet Âkif, 7. Kitabı Gölgeler’i Mısır’da yaşadığı yıllarda neşreder. Safahat’ın bu bölümünde yer alan, şairin 15 Haziran 1347 (1931)’de Hilvan’da tamamladığı “Said Paşa İmamı” manzumesi, yıllar önce ilk defa okuduğumda dini lirizmi itibariyle dikkatimi çekmişti. Safahat’ı zaman zaman elime aldıkça bu şiiri okur, ondaki lirizmi de aşarak dönemin sosyal hayatını anlamaya çalışırım. Hatta ilk gençlik dönemimde -ne hazindir ki- bir nevi Müslümanları uyuşturan bir ritüel olarak telakki ettiğim Mevlid-i Şerif okuma geleneğinin dini hayatımızda ne kadar mühim bir yer tuttuğunu da bu manzumeyle karşılaştıktan sonra kavramışımdır. Zira siyasal İslamcı olarak ismi -Sezai Karakoç’a göre- mübalağayla anılan Âkif’in dini musikiye ve bunu terennüm eden ehli tarik bir şahsa bu derece önem atfetmesi benim de aklımı başıma getirmişti.

Merhum Mehmet Âkif, muhtemelen o vakit adını bilmediği ancak “Said Paşa İmamı” olarak ünlenmiş olan Hasan Rıza Efendi’yi, “Ahlakı da sesi gibi ilahi olan bu adamı çocukluğumda bir kerre dinlemiştim. Said Paşa’nın kim olduğunu bilmiyorum.” haşiyesiyle tanıtır. Demek ki Said Paşa İmamı’nı bir şiir olarak kurgularken şairin zihninde musikiyle beraber bir ahlak hassasiyeti de belirgindi.

Peki, kimdi bu bizler için hayatında türlü alınacak örnekler ve ibretler bulunan, müstesna sesin sahibi  “Said Paşa İmamı” olarak bilinen mevlidhan? Burada bir parantez açarak kısacık da olsa hakkında bilgi vermek isterim.

19.Asrın ilk yıllarında Manisa’da doğan Hasan Rıza Efendi, Eğridirli Hoca Abdullah Efendi’nin oğludur. Hafızdır, hattattır, müderristir, mutasavvıftır, musiki meşk etmiştir, şairdir; mevlidhan olarak tanınmıştır (Her bir sıfatı üzerinde ayrıntılı bilgi için: Türkan Alvan- Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi; Fatih Sultan Mehmet Vak. Ün. Yay.). 80 yaşını aşmış iken 8 Haziran 1890 tarihinde vefat etmiştir. Mensubu bulunduğu Üsküdar Rifâî Tekkesi Haziresine defnolunmuştur.

Hakkında birçok menkıbe anlatılan, cezbeli bir derviş olan Hasan Rıza Efendi “Meczûb-ı ilahi” olarak meşhurdur. Bu sıfatı muhtemelen Sultan Abdülaziz tarafından hünkâr imamlığına tayin olunduğunda, ilk cuma selamlığında Padişah hutbeyi hicaz makamında okumasını istediğinde, sarığı cübbeyi çıkarıp “İradeyle hutbe okunmaz.” diyerek camiyi terk etmesiyle almıştır. Büyüklük taslayanlara tahammülsüz olan Hasan Rıza Efendi böyleleriyle karşılaştığında bulunduğu mekânı terk edermiş.

Sultan II. Mahmut’un kızı Mihrimah Sultan ile evlenerek saraya damat olan devlet adamı Bursalı Mehmet Said Paşa’nın konağına imam olarak seçilmiş ve Paşa ile beraber hac vazifesini de yerine getirmiştir. O dönem İstanbul’unun musiki çevrelerinde, “Mevlid’i Süleyman Çelebi yazdı, Said Paşa İmamı okudu.” cümlesinin tekrarlanması bu mütevazı şahsiyetin şöhreti üzerine yeterince fikir vermektedir.

Bu kısa bilgiden sonra Âkif’in Said Paşa İmamı manzumesini de özetleyelim:

Said Paşa İmamı, bir akşam Mevlid-i şerif tilaveti için Valide Sultan’ın yalısına davet edilir. Akşam üzeri hazırlanıp yola çıkar. Kırk gün öncesinde vefat etmiş kızına mevlid tertip etmek isteyen yoksul (eli yufka) bir kadın çıkar karşısına. Bu acılı ananın sızlanmalarına dayanamayan Hoca kıramaz onu ve tabii olarak Valide Sultan’ın davetine gecikir. Zaman ilerlediği için bu sırada yalıda huzursuzluk başlamış, hazırdaki hafızlar tarafından mevlid okunmuş, ilahiler söylenmiştir. İlerleyen vakitte Said Paşa İmamı yakıcı sesiyle Şeyh Galib’in,

«Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced’sin, efendim!

Bîçârelere devlet-i sermedsin, efendim!” ….  kasidesini okuyarak sahile gelir ve sandaldan iner. Artık Hocanın gelmesinden ümidi kesen Valide Sultan haliyle sinirlenmiştir ve öfkelidir. Ancak durum kendisine arz edilince öfkesi geçmiştir. Âkif’in mısralarına bu durum:

“— Hoca! der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!

Yeniden Mevlid okursun bize, da’vâ da biter.” şeklinde yansımıştır.

3 beyiti Şeyh Galib’in bir kasidesinden alıntı olmak üzere toplam 56 beyitten oluşan Said Paşa İmamı, teatral olarak başarılı bir şiir olmanın yanında Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’inin (Vesile’tün- Necat) doğumdan ölüme muhtelif merasimlerde Müslüman Türk’ün hayatında öteden beri mühim bir yer tuttuğunun da aynası gibidir. Derviş ahlâkının, sınıf gözetmeyen bir sosyal hayat anlayışının gelenekten geleceğe aktarımının edebi bir numunesidir. Bir yönüyle de tarihin tozlu sayfalarında kaybolup gidecek Hasan Rıza Efendi gibi bir değerin gelecek nesillere tanıtılmasına vesile olmuştur.

Bu vesileyle vefatının 86. yılında Üstad Mehmet Âkif Ersoy’u rahmet ve minnetle yad ediyorum. Ruhu şad olsun.

-------- -------- ------

SAİD PAŞA İMAMI

Coşar âvîzeler artık, köpürür kandiller;

Bu ışık çağlayanından bütün âfâk inler!

Yalının cebhesi, Ülker gibi, baştan başa nûr;

Nîm açık pencereler, reng ü ziyâdan mahmûr.

Al, yeşil, mâvi fenerlerle donanmış kıyılar;

Serv-i sîmînler atılmış suya, titrer par par.

Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek,

Süzülür sâhile, şâhin gibi, yüzlerce kürek.

Bir taraftan bu akın yükseledursun karaya;

Bir taraftan dökülür öndeki saflar saraya.

Rıhtımın taşları, zümrüt gibi, Îran halısı:

Suda bitmiş çemen, üstünde de Sultan Yalısı!

Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak:

Fes, arâkiyye, sarık, yazma, bürümcük, yaşmak,

Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî,

Mavi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni...

Ama birçokları davetli değilmiş, kime ne?

Bu açılmaz kapılar, şimdi, açık her gelene.

Avlu, dış bahçe, harem bahçesi, taşlık, yer yer,

Medd ü cezrin ebedi sahası: Boy boy siniler,

Ki donandıkça o başlarla, hemen, çepçevre,

Tablalar, aydede çıkmış gibi, başlar devre!

Yayılır baygın, ılık bir buğu, bir tatlı duman;

Çözülür büsbütün âvâre sinirler o zaman.

Kafalar tütsüyü aldıkça döner, mest-i hayat;

İki el bir baş için, kim kime artık? Heyhat!

Orta katlar, sofalar, belli ki davetlilere:

Sofralar tahtanın üstünde değil bir kerre;

Bir de oldukça merâsimle mükellef huzzâr;

Sonra kalkıp oturanlar bütün ashab-ı vakar.

Yatsı bir hayli geçer, çifte ezanlar verilir;

Yazma seccadeler artık yere, boy boy serilir.

Doğrulur Kıble’ye herkes, kılınır şimdi namaz;

Derken «âmin! » çekilip arz edilir Hakk’a niyaz.

— Başlayın Mevlid’e!

— Lâkin, hani? Mevlidhan yok!

— Sordurun!

— Hiç de gören bir kişi, bir tek can yok!

— Üsküdar’dan gelecek sözde, olur şey mi ki bu?

Bâri söz verme...

— Adam sen de bırak meczûbu!

— Bence aynıyle kerâmet delinin gelmediği:

Şu ilahicilerin hepsi okur ondan iyi.

— Bilemem.

— Dinlediniz şimdi...

— Evet, çok yüksek...

Ama hazretle kıyas etmeye gelmez.

— Ne demek?

— O anaç bülbüle eş beslemez artık yuvalar.

— Pek uçurdun, a beyim!

— Yok, ben uçurmam, o uçar.

Sade bir gelse... Fakat gelmedi, bilmem ki neden?

— Beklemek nafile, hâlâ ne gelen var ne giden!

— Harem ağsında haber...

— Anlayabilsek, ne diyor?

— Okuyun, beklemeyin emrini tebliğ ediyor.

Galiba Vâlide Sultan gazab etmiş hocaya...

— Gazab ettiyse, çanak tuttu herif, doğrusu ya.

Bir saray halkını -sultanla beraber- hiçe say;

Bunca davetliyi, davetsizi beklet bir alay;

«Oyun ettim size; hey sersem adamlar! » diye, gül!

Çekilir nağme değil... Neymiş, anaçmış bülbül!

— Kim bilir, özrü mü var?

Dinleyemem varsa bile!

Başlanır Mevlid’e mutad olan adabıyle;

Önce tevhîd okunur, gaşy ile dinler herkes.

O, güzel, sonra müessir sekiz on parlak ses,

Kimi yerlerde ilâhî, kimi yerlerde durak;

Kimi yerlerde cemaatle beraber coşarak,

Kalan üç bahri terennümle, çekerken «âmîn! »

Ta uzaklarda çakar zulmet içinden bir enîn.

Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;

Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler.

O enîn karşıki sahilden açılmaz mı biraz,

Sûr-i Mahşer gibi sesler çıkarır şimdi Boğaz!

Tutuşur, cebhe-i Sînâ’ya döner sîne-i cev:

Sanki yüzlerce yanık ney savurur, yer yer alev!

Kayalardan, kıyılardan bir ateştir çağlar:

Lâhn-i Dâvûd ile inler yine gûyâ dağlar!

Âh o kudsî nefes eşbâha ederken sereyan,

-Karalar vecd ile pür-cûş, sular pür-galeyan-

Dem çekip dem tutarak etmeye başlar feryâd,

Boğaz’ın her tarafından bir İlâhî inşâd:

«Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced’sin, efendim!

Bîçârelere devlet-i sermedsin, efendim!

Menşûr-i «Le amrük»le müeyyedsin efendim!

Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin efendim!

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin, efendim!

Hak’tan bize Sultân-ı Müeyyed’sin, efendim! »

........................................................................

Kesilir, gitgide, tedrîc ile sesler artık,

Aktarır sâhile mevlidciyi bir köhne kayık.

Koşarak, doğruca mâbeyne alır karşı çıkan;

«Nerde kaldın, hoca? der, Vâlide Sultan o zaman,

Sen de kalleşlik edersen, bize eyvahlar ola! »

— Henüz akşamdı ki, gelsem diye, düştüm de yola,

Yürüdüm haylice... Derken -hele sen kısmete bak! -

Öteden karşıma bir yaşlıca hâtun çıkarak,

«Azıcık dursana, oğlum! » dedi. Durdum, nâçar.

— Göğsün îmanlıya benzer, sana bir hizmet var,

Ama reddetme ki zâten beni mahvetmiş ölüm:

Bir perişan anayım, dağ gibi evlad gömdüm!

Kızımın canı için, bari bu kırkıncı gece,

Şöyle bir Mevlid okutsam, diyorum kendimce.

Nasıl etsem? Okuyan çok ya, benim yufka elim...

Hocasın, elbet okursun; hadi oğlum, gidelim.

Ne olur bir yorulursan, hadi, bekletme, günah!

Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh,

İki dünyada azîz eylesin Allah da seni.

Hâtunun sözleri dîvâneye döndürdü beni;

Ne saray kaldı hayalimde, ne sultan, ne filan;

«Çile dolsun, yürü öyleyse, dedim, oldu olan! »

Size yüzlerce adam Mevlid okur benden iyi,

Ama bîçâre kızın, bağrı yanık, anneciği,

Yoklasın merdini, nâmerdini, insan diyerek,

Eli yüzlerce heyûlâya deyip boş dönecek!

Fukaranın seneler, belki siler göz yaşını;

Hangi taş pekse, hemen vurmaya baksın başını,

Elin evladına yanmaz parasız bir kimse!

Çaresizdim sizi bekletmede, beklettimse.

— Hoca! der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!

Yeniden Mevlid okursun bize, da’vâ da biter.

Hilvan, 15 Haziran 1347 (1931)