Gözü yaşlı Anadolu adeta onu çağırıyordu, biran evvel koş gel diye. Bu kadim toprakların yoksul, çaresiz ve savaş yorgunu insanı, yaşadığı bu dayanılmaz cehennem azabına bir nebze olsun dişini sıkarak katlanabilirdi ama kutsal topraklarının emperyalist düşmanları tarafından işgal edilmesine asla…

İşte bu nedenle kendilerine güç ve cesaret verecek, ülkesini özgürlüğe kavuşturacak kahramanı bekliyordu. İnançla, azimle…Ve nihayet…!

Dört gözle beklenen o kahramana, yani Mustafa Kemal Paşa’ya gözü yaşlı Anadolu’nun kapısını açacak anahtar, 1919 yılının Mayıs’ında Yıldız Sarayı’ndan hediye geldi.

İstanbul’u işgal eden İngilizlerin ricası! (isteği) üzerine Osmanlı Devleti tarafından Samsun ve çevresinde bozulan asayişi düzeltmek üzere bir komutanın bölgeye gönderilmesi gerekiyordu. Harbiye Nezareti, bu işi yapabilecek komutanları sıraladı ve bu liste, Sadrazam Damat Ferit Paşa tarafından Padişah’a sunuldu. Vahdettin, listeyi gözden geçirdikten sonra, parmağını, “Mustafa Kemal Paşa” isminin üzerine koydu. Ancak, bu ismin karşısında, bir istihbarat notu yazılıydı: “Cumhuriyetçidir…” Damat Ferit, bu nota dikkat çektiyse de Vahdettin umursamadı ve görev emrini imzaladı. İmzaladığı belge, aslında yeni bir Cumhuriyet’in doğuş belgesiydi.

Kıymetli okurlar; bakın İstanbul’un o sorunlu ve zorlu günleri hakkında Mustafa Kemal ATATÜRK yazdığı ünlü eseri “NUTUK” da neler diyor:

“Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağır şartları olan bir ateşkes antlaşması imzalanmış.

Dünya Savaşı’nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir duruma düşmüş. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar.

Saltanat ve Hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmaktadır.

Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak, yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razılar.

Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmaya devam ediyor. İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, İtilaf donanmaları ve askeri İstanbul’dadır. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş ve Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş, Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmaktadır.

Sonuçta konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin onayı ile Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.”

 Şimdi burada bir soluklanıp, hep birlikte o günlerde ülkenin içinde bulunduğu durumu gözden geçirelim. Önce Osmanlı Devletinin içine düştüğü hazin durumu iyi analiz etmek lazım!

Daha önce de dediğim gibi 700 yıllık, 2 milyon Km. Kare toprak genişliğine ulaşmış, koca çınar Osmanlı İmparatorluğu, 1699 yılında Avrupalılarla yaptığı savaştan yenik çıkınca; Polonya’lı askerler elde ettikleri Osmanlı ganimetiyle memleketlerine geri dönerken, yapılan Karlofça Anlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu hem büyük topraklarını, hem de yüzyıllar süren itibarını kaybederek Viyana kapılarından ikinci defa İstanbul’a geri dönüyordu. Bu olay ise Osmanlı’nın gerilemesinin başlangıcı olmuştu.

Neden bu noktaya gelinmişti? Çünkü inanç yoğunluklu, o da hurafelere dayalı, İslam Dini ile alakası olmayan, yenileşmeye kapalı yaşam biçimi, bu işten çıkar sağlayan, liyakatsiz din adamları tarafından, “haramdır, günahtır” tipi korku unsurlarıyla toplum baskılanıyordu.

Osmanlı Padişahı ile onun etrafındaki Sadrazam, Şeyhülislam, Vekiller, Paşalar ve diğer ileri gelenler devamlı ya rekabet ya da savaş halinde bulundukları  Avrupalı düşmanlarına; “gâvur” damgası vurarak, kadim Anadolu insanını onlara karşı daima mesafeli tutuyorlardı.

Toplumun tamamına yakını, mahalle mekteplerindeki eli sopalı din hocalarının ezberlettiği, anlamlarını bilmedikleri Arapça dini bilgiler ve çok az da matematik bilgisi dışında çiftçilik ve askerlik yaparak, babadan oğul’a aktarılan alışkanlıklarla dünya yaşamını sürdürüyordu. Avrupalı devletler ise ilimde, bilimde, yeni buluşlarda ve teknolojide alıp başını gitmiş, Osmanlı Devleti ile aralarında uçurum oluşmuştu.

Hal böyle olunca gerilemenin sonundaki dibe vuruş kaçınılmaz olmuştu. Osmanlı Devletini yok oluşa götüren bu acımasız ortamı iyi analiz eden Mustafa Kemal Paşa, yılların kendisine kazandırdığı tecrübe ve bilgi birikimi ile 16 Mayıs 1919 günü, kafasında oluşturduğu “kurtuluş planını” uygulamak üzere, beraberinde bulunan birkaç güvenilir kişi ile birlikte, “Anadolu’nun çağrısına kulak vererek,”köhne Bandırma Vapuru ile Samsun’a doğru yola koyulmuştu.

Not: www.polatlipostasi.com dan e-gazete okunabilir; ‘yazarlar’ bölümünden de arzu edilirse tüm köşe yazılarıma erişilebilir.  İlhan Küçükbiçmen

'

'

'

'

'