ÇANAKKALE ‘DE BİR YILDIZ PARLIYOR, MUSTAFA KEMAL(4): “Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915’te başlayan Gelibolu harekâtının sonraki saatlerinde, günlerinde ve aylarında ANZAK Birliklerine damgasını vuracaktı,” diyordu İngiliz yazar Peter Hart ve şöyle devam ediyordu:

“1981’de Selanik’te doğan Mustafa Kemal, 12 yaşından itibaren askeri okullara gitmiş, sonra da harp okuluna girmişti, 1905’te Yüzbaşı olarak atandı ama artan siyasal faaliyetleri yüzünden sıkça yetkililerle çatışma içinde buldu kendini; sessiz, sakin Suriye’ye ardından Selanik’te bir karargâh görevine gönderildi. O sırada kendi siyasal grubu, çok daha etkili Jön Türklere katılmıştı. Temmuz 1908’de devrim olduğunda Kemal tali bir figür olarak kalmıştı ve hayal kırıklığı içinde kötü tepki vermiş, Jön Türkler’i açıkça eleştirmişti. Nisan 1909’daki kısa süreli karşı devrim, onu askeri açıdan yararlı hale getirdi ve kendisine İtalya’yla Trablusgarp savaşı sırasında kurmaylık görevi verildi. Ardından 1. Balkan savaşı sırasında Mustafa Kemal, memleketi Makedonya Yunanlılar tarafından alınırken uzaktan bakmak zorunda kaldı. Bir kurmay subay olarak Gelibolu Yarımadası’nın savunulmasının örgütlenmesine yardım etmeye gönderildi. Balkan savaşları sona erdiğinde Mustafa Kemal Yarbay rütbesine yükselmişti ama sonra garip bir biçimde Bulgaristan’a askeri ateşe olarak gönderildi. 1914’te büyük savaş çıktığında, Almanların safında savaşa girmekten yana olmamıştı; Almanya kazanırsa Türkiye’nin bir uydu devlet olmasından, Almanya şayet yenilirse her şeyini kaybetmekten korkuyordu. Mustafa Kemal olabildiğince uzun süre bekleyip görmekten yanaydı; ama her şeyi hesaba katınca, İtilaf Devletlerine katılmaktan yana taraf oldu. Yine de geçmişteki siyasetine rağmen yürekten sadık bir Türk subayı olarak kaldı ve Gelibolu’da karargâhı Eceabat’ta olan 19. Tümenin komutanlığına atandı. 25 Nisan 1915’te Anzak’ların karşısına çıkan karmaşık ve azimli adam buydu.”

5.Ordu, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, içinde bulundukları çetin şartları şöyle tarif ediyordu:

“Geçmemiz gereken arazi büyük ölçüde fundalık ve kayalık vadilerden oluşuyordu. Kocaçimen Tepe (Sarı Bayır) Yarımadadaki en yüksek tepedir ama Arıburnu ölü zeminde olduğu için, buradan görülemez. Zorlu araziyi mola vermeden geçen adamlarımız çok yorulmuş ve yürüyüş hattı çok uzamıştı. Alay ve batarya komutanlarına, adamlarını toplayıp mola vermelerini söyledim. On dakika kadar dinlendikten sonra beni izleyeceklerdi.”

“Birkaç kurmay subayımı da yanıma alarak Conkbayırı’na doğru indim. Saat 10.00 sularıydı, birden geriye doğru kaçmakta olan bize ait bir müfreze gördüm. Bu adamların önüne çıkıp, ‘Niye kaçıyorsunuz?’ diye bağırdım. ‘Efendim, düşman!’ ‘Nerede?’ Düztepeyi gösterip, ‘Orada’ dediler. Düşmanın bir avcı kolu gerçekten Düztepe’ye yaklaşmıştı ama hiçbir dirençle karşılaşmadan ilerliyordu. Sonra kaçan askerlerime, ‘Düşmandan kaçamazsınız!’ dedim. ‘Cephanemiz yok!’ dediler, ben de onlara, ‘Cephaneniz yoksa süngüleriniz var’ dedim ve sonra bağırarak, süngülerini taktırıp, yere yatırdım. Ardından düşman Anzak askerleri de yattı. Kazandığımız an bu andı.” diyordu Mustafa Kemal.

Aynı zamanda Mustafa Kemal, emir subayını askerlerini olabildiğince çabuk getirmeye gönderdi. Geçen her dakika önemliydi ama epeyce zaman aldı. 57. Alay gelince önce bir ateş hattı oluşturdu ve Kılıç Bayırın’daki geçici Avusturalya mevzilerine ve Tulloch’un İncebayır’daki adamlarına saldırmaya gönderildi. Mustafa Kemal’in tarihe geçen emrini bu noktada verdiği söylenir. Ne emir vermiş bir de onun ağzından dinleyelim:

“Bana göre bu taktik durumdan daha önemli bir faktör vardı; herkes öldürmek ve ölmek için düşmanın üstüne atılıyordu. Bu sıradan bir taarruz değildi. Herkes ölümü göze alarak başarılı olmak ya da ilerlemek istiyordu. İşte sözlü olarak komutanlara verdiğim emir: ‘Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.’ Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, başka birlikler ve komutanlar yerimizi alabilir.”

Kısmen Düztepe’de mevzilenen Avusturalyalılar ansızın yakalandılar. Bazıları Türklerin karşı taarruza geçeceğini hiç tahmin etmemişti. Komuta ve kontrol yoktu. Türklerin küçük silah ateşinin hızla artması, takviyenin geldiğini gösteriyordu. Tulloch’un adamları, arazideki küçük çukurlara çöküp, sinmekten başka bir şey yapamadı. Yaşamak istiyorlarsa geri çekilmek kaçınılmazdı. AIF 1. Anzak Tümeni, 3. Tugay, 11. Taburdan Onbaşı Herbert Hitch içinde bulundukları anı günlüğüne şöyle yazmıştı:

“Sonra sağdan takımlar halinde geri çekilme emri geldi ve sağ kanatta olduğum için fırlayıp koştum. Ayağa kalkar kalkmaz havada kurşunlar uçuştu, büyük bir bölümü üzerimizden geçiyordu. Geriye doğru 200 metre kadar koştuk ama biz bir sonraki sırtın tepesine ulaştığımızda, geri kalanlar hareket halindeydi. Düşmanın üzerimize gelmesini önlemek için birkaç el ateş açtık. Emir geldi, ‘Solu yeniden oluştur. Türkler soldan geliyor!’ Güzel görünen insanlardı. Koşmuyor ama çok hızlı yürüyorlardı. Ateş altına alınca geri kaçtılar, kaçan birine iki el ateş ettim ama ikisini de ıskaladım. Sonra aniden gökten top mermileri yağmaya başladı; topçu gözcüsü topları bize yönlendirmişti. Şans eseri kurtulduk.”

  1. Ordu, 3. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Fahrettin Bey anılarında diyordu ki:


“Allaha şükür, subaylarımız ve askerlerimiz tarifi imkânsız bir fedakârlıkla ileri atıldılar. Birliklerimiz özellikle subaylar mucizeler gerçekleştirdi. Yaralı bir er ön saflardan geriye taşınıyordu. Elini tutarak bir süre onunla birlikte yürüdüm. Yüzünü temizleyip, yanaklarındaki kanı silince, iç çekip ‘Ah, beyim, yaralarıma değil, şu heriflerin denize döküldüğünü göremem diye üzülüyorum. Biraz daha kalabilseydim, belki görürdüm.”

Not: (1) Bundan sonraki (2 ad.) yazımda; neredeyse 8 ay süren bu çetin savaşta meydana gelen ilginç olaylardan bahsetmeye devam edeceğim.

Not: (2)  www.polatlipostasi.com dan e-gazete okunabilir; ‘yazarlar’ bölümünden de arzu edilirse tüm köşe yazılarıma erişilebilir.