Otuzlu yaşlarında, Alman yüzücü Maria, yarışmak için Şili’ye uçarken Buenos Aires havalimanında aktarma sırasında koltukta uyuyakalır. Birden anlamadığı bir nedenle içinde, bir yitirmişlik duygusu ve isyan ile uyanır. Neden böyle hissettiğini anlamaya çalışırken yanında oturan Arjantinli kadının kucağındaki bebeğine söylediği ninninin, ona çok acı verdiğini fark eder. Maria İspanyolca bilmemektedir ama ninninin müziğini ve sözlerini anlayamadığı bir şekilde çok iyi hatırlamaktadır.

Bu küçük güzel kız uyumak ister,

ama hınzır uyku gelmek istemez.
Hadi uyu, kızım benim,


hadi benim güneşim
uyu kalbimin parçası hadi,
bir sürü işim var beni bekleyen.


2010 yılında yönetmen Florian Micoud Cossen’in, senarist Elena von Saucken ile yazıp yönettiği “Das lied in mir” (İçimdeki şarkı) filminin devamında Maria, 1970 lerin sonlarında Buenos Aries’de doğduğunu, annesi ve babası bildiği kişilerin onu aslında evlat edindiklerini öğrenir. Gerçek anne ve babasının, cunta tarafından tutuklanacaklarını bildiklerinden çaresiz onu Alman konsolosluğundaki çocuksuz bir çifte verdikleri gerçeği yüzüne çarpar. Gerçek anne ve babası o dönemdeki pek çok muhalif gibi, daha sonra sırra kadem basmışlardır. Yıllar boyunca ruhunda hissettiği eksikliğin, hırçınlığın ve isyanın nedenini anlar. Ninniler önemlidir…

Daha küçük bir kız iken sordum anneme;
“Ben ne olacağım? Güzel mi olacağım? Zengin mi olacağım?”
Bana söyledikleri şunlardı;
Que sera sera
Ne olacaksa işte o olacak
Geleceği görmek bizim için değil.


‘Que sera, sera’, bu çok bilinen şarkının bir ninni olduğunu ve Alfred Hitchcock’un, bütün bir filmi bu ninninin üzerine kurduğunu biliyor muydunuz? “The man who knew too much” (Çok şey bilen adam), 1956 Oscar ödüllü filminde Doris Day, çocuğu kaçırılan bir annedir ve çocuğunun bir büyükelçilikte tutulduğundan emindir. Ne yapıp edip, eşi ile o elçilikte bir davete katılır, piyanonun başına geçer ve bildiğimiz şekli ile bu ninniyi yüksek sesle şarkı gibi söyler. Alt katta bir odada tutulan çocuk annesini anımsar ve koşarak salona gelir, filmin sonunda da birbirlerine kavuşurlar. Ninniler bebekler için yaşamın nerede ise kendisidir. Bir diğer öykü ve ninni, bir filmden değil. Çok daha gerçek ve tarihi büyük bir acıyı anlatıyor.

Ay kadar güzel
Yıldızlar kadar parlak
Cennetten gönderildin sen
Bana armağan


1946-47 de Polonya’da geceleri karanlıkta, manastır odalarını gezen heyetler, yatakhanelerde, bu ninniyi söyleyerek oradaki Yahudi çocukları bulurlardı. Yumuşak sevgi dolu sesli bir kadın, yavaşça henüz yatmış 4-5 yaşındaki çocukların bulunduğu yatakhaneye girer ve karanlığın içinden Yidiş dilinde benzer bir ninni söyler. Tanıkların gözyaşları ile anlattıklarına göre, her yatakhanede birkaç çocuk hıçkırarak / ağlayarak “mama mama” diye bağırıp yataklarından kalkarmış.

İkinci Dünya Savaşı’nda, Alman kuvvetlerinin Polonya’ya girişi ile birlikte belirsiz / karanlık / korkunç bir geleceğe yürüdüklerini anlayan Yahudi ailelerin bir kısmı bebeklerini rahibelere emanet etmişler. Yüzlerce çocuk manastırlarda büyürken, anne ve babaları katledildiler. Savaştan sonra Yahudi organizasyonları o çocukları geri toplamak için birleşmiş milletlerin desteği ile manastırları gezmeye başladılar. Rahibeler genellikle kayıt tutmadıklarını söylüyorlar ve benimsedikleri çocukları vermek istemiyorlardı. Kayıtların “tutulmadığı” şartlarda hangi çocuğun Yahudi olduğunu anlamanın, başka nasıl bir yolu olabilirdi? (Alıntıdır)

Ninniler bize o kadar çok şey öğretir ki, ninni deyip geçmemeliyiz. Bebeklik ve çocuklukta işitilen küçük şeyler, aslında çok önemlidir.

'