Sevr hükümleri gereği, Osmanlı ordularında bulunan silah ve cephanenin çok büyük bölümü, iş birlikçi Padişah ve onun satılmış Sadrazam’ı Damat Ferid Paşa’nın emriyle toplatılmış, İngiliz işgal kuvvetlerinin kontrolünde bulunan İstanbul’daki depolara kilitlenmişti.


Yani kedi Ankara’da, ciğer ise İstanbul’daydı. Vatan savunması için yapılan hırsızlık artık dinen de vicdanen de mubahtı… Zaten üstüne üstlük kendi mallarıydı da aslına bakılacak olursa hırsızlıktan da sayılmazdı ya... Neyse, adına ister “gizlice kaçırmak” deyin, ister “çalmak” deyin… Öyle de yapıldı…


Bakın nasıl olmuş: Sabah, Yüzbaşı Aziz Hüdai, Sirkeci’de, köprü yakınında, Reşadiye Caddesi’nin başındaki Türkiye Nakliyat Ambarı’nın kapısından içeri girdi. Sivil giyinmişti. Üst üste yığılmış sandıkların ve çuvalların arasından geçerek ilerledi. Depo bekçisi Mahmut Ağa önüne çıktı, onu tanıyınca yol verdi ve “Hüsnü Bey yerinde” dedi. Küçük odada, üstü dosyalarla dolu tahta bir masanın başında; uzun yüzlü, tel gözlüklü, badem bıyıklı, kollarına, gömleği eskimesin diye siyah kolluklar takmış, küçük memur havalı biri oturuyordu.


Hüsnü Himmetoğlu, terhis olduktan sonra serbest hayata atılarak emanetçilik ve komisyonculuk yapmaya başlamış, Yavuz grubundan bir subayın önerisi üzerine Anadolu’ya küçük çapta silah ve malzeme kaçırmak için başarılı bir kaçakçılık teşkilatı kurmuştu. Bu işten ücret almıyordu. Çeşitli gruplar ve örgütler, hemen her gün ambara beş on sandık, kaçak askerî eşya getirirlerdi. Muharip örgütleriyle de çok iş yapmıştı. El sıkıştılar. Hüsnü Bey, kapıyı kapadı.


Oturdular. “Hemen konuya gireyim. Bu kez iş büyük!” “Ne kadar?” “Yaklaşık 300 ton.” Hüsnü Bey, umutsuzca başını kaşıdı: “Ooo! Yüzlerce sandık tutar. Bu kadar malı depodan nasıl çıkarırız? Gemiye nasıl taşıtırız? Gümrükten nasıl geçiririz? Askerî denetimi nasıl atlatırız? Çok zor, hatta imkânsız!”


“Depodan çıkarma konusunu biz çözeriz. Ötesini konuşalım. Pandikyan Efendi’yle görüşüp anlaştık.” Hüsnü Bey’in gözleri açıldı: “Nasıl anlaştınız?” “Yine İngilizlerle çalışmaya devam edecek ama yaptıklarımızı görmezden, duymazdan gelecek. Yardımcı olacak. Bir aksilik olursa önceden haber verecek.” “İhracat Müdürü Pertev Bey ve gümrükçülerin çoğu Anadolu’yu destekliyor. Gümrük Müfettişi Murad Davutyan da Rıhtım Şirketi Müdürü Yahudi Bohor Efendi de adamımdır. En zor kısım, askerî denetimi aşabilmek. Onu ne yapacağız? “Birlikte bir çare düşünelim.” “Evet.” Ayağa kalktılar. Elleri sımsıkı buluştu.


Hüsnü Bey, elinde çantası, Hovakimyan İş Hanı’nın dönerek yükselen mermer merdivenlerini tırmanıyordu. İkinci katta, kapısında “Fransız Denizcilik Şirketi” yazan kapının önünde durdu. Şirketin Direktörü Mösyö Şarl Kalçi’yi tanırdı. (…) Alçak sesle: “Kaptanı ve tayfaları güvenilir bir gemi istiyorum.” dedi.


“Elimde birikmiş çok yük var.” “Nereye taşınacak? Patagonya’ya mı?” “İnebolu’ya.” (…) Konuyu kavramıştı Mösyö Kalçi… Ciddileşti. “Çok dikkatli olun. Bugünlerde Pandikyan’ın adamları…” “Pandikyan tamam.” “Ooo! İşte bu iyi… Ama çıkışta askerî denetim var.” Evet, bu büyük sorundu. Hüsnü Bey, utana utana: “Bana şu, kızı Rus olan kaptanın gemisini verebilir misin?” (…) Kapara olarak cebinden çıkarıp 500 lira verdi. (…) “Gemiyi ne zaman istiyorsun?” “En çabuk zamanda…”


Odesa adlı gemi, iki gün sonra, bakım bahanesiyle Haliç’e girdi ve deponun yanına demirledi. (…) Hüsnü Bey, Mavnacılar Derneği’nin Başkanı Mehmet Karaman ve kalabalık bir hamal grubunun başı Kürt Abuzer Ağa ile bağlantı kurdu. Bunlar, ağızları sıkı yurtsever insanlardı. (…)


Depo komutanı: “Biraz paramız var mı?” diye sordu. Bir yıldır buradaydı. İngiliz nöbetçileri iyi tanıyordu. Düşündüğü çözümü anlattı. Yüzbaşı Seyfi: “Ohooo...” dedi neşeyle, “O kadarcık parayı, Yeni Camii önünde dilenir yine buluruz.”


İki İngiliz nöbetçi, büyük ambarın yanındaki binada, Türk depo komutanının odasında hazırlanmış olan zengince sofrada yiyip içiyordu. (…) Mısır’daki esir kampında öğrenebildiği çat pat İngilizcesiyle sohbet ediyordu onlarla. (…) Mavnalara sessizce silah ve cephane sandıkları dolduruluyor, biri gidiyor biri geliyordu. Gemiye yükleme de gürültü yapmamak için, vinç kullanılmadan, pratik halatlı rampa yöntemiyle yapılıyordu. Çalışmalar sabaha kadar sürdü. Sabah da dolu sandıkların yerine, belli olmasın diye diğer depolarda bulunan boş sandıklar yerleştirildi.


Komutan, yeni nöbetçiler gelmeden, çoktan sızmış olan iki İngiliz’i uyandırdı. Çay ve taze simit ikram etti. Gün ağarırken beş mavna dolusu malzeme Odesa’ya taşınmıştı. Hüsnü Bey ve Aziz Hüdai, komutana malzeme listesini verdi. (…) Geminin işlemleri Mösyö Kalçi tarafından tamamlandıktan sonra, İngiliz, Fransız ve İtalyan subaylarından oluşan üç kişilik kurul, yolcu ve yük denetimi yapmak üzere Odesa’ya çıktılar. Kurulu merdivenin başında kaptan, güzel kızı Sonya, ikinci kaptan ve Hüsnü Bey karşıladılar. (…) Sonya, tüm şuhluğu ve zarifliğiyle, su gibi Fransızcasıyla, subayları bir kadeh içki içmeye davet etti.


(…) Yenildi içildi, Balalayka çalınarak Rusça şarkılar söylendi. Bu güzel ortamın keyfi kaçırılmadan, yük ve yolcu listeleri, kontrole gerek kalmadan oracıkta, başında imzalandı. Sarhoş subaylar, son votka kadehlerini de yuvarlayıp, sallana sallana gemiden indiler. İş, kazasız belasız bitmişti.


(…) 9 Haziran 1921 Perşembe sabahı, Yarbay Nidai, gün doğarken, uzun uzun düdük sesiyle derin uykudan uyandı. Yataktan fırlayıp pencereye koştu. Odesa, İnebolu’yu selamlıyordu…


Kaynak: Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler. İlhan Küçükbiçmen Anadolu’da Bilimin Ayak İzler.


İnebolu’ya indirilen silah ve cephaneler, kahraman, cefakâr Türk kadınlarının öküz kayışlarını yağmur, kar, çamur demeden çektikleri kağnılarla taa Ankara’ya oradan da Polatlı’da konuşlanan Cephe Komutanlığına ulaştırılacak, evvel Allah Sakarya Meydan savaşına yetiştirilecekti. Bunlar Yunan Ordu Komutanlarının hayallerinden bile geçmiyordu.